RÖNESANS'A GİRİŞ
Rönesans
terimi Orta Çağ ve Reformasyon dönemleri arasında kalan süreci kapsayan, Avrupa
coğrafyasında yaşanmış bir kültürel süreci tanımlamak için kullanılır. Rönesans
kelimesi “yeniden doğuş” anlamına gelmektedir.
İngiltere ve Fransa arasında yaşanan "Yüzyıl Savaşları" sonrası siyasi ve ekonomik bir kriz içerisine giren Fransa, sanat dünyasında olan etkinliği kaybetmiş ve sanatın yeni merkezi İtalya olmuştur. Günümüzde
İtalya sınırları içerisinde kalan Roma, Venedik, Floransa gibi şehirlerin
sanatsal anlamda yaptıkları katkıların Rönesans’ın gelişiminde önemli bir rolü olmuştur. Batı kültürü ve sanatı bir anlamda bu dönemde
yeniden doğmuştur.
Rönesans’ın
ortaya çıkmasına yardımcı olan belli başlı sebepleri ele alacak olursak:
1. Kâğıt ve matbaanın icadı.
2. Coğrafi keşiflerin etkisi.
3. Coğrafi keşiflerden sonra Avrupa’da sanattan zevk alan zengin bir sınıfın
ortaya çıkması.
4. Antik Yunan kültürünün coğrafi keşifler sonunda yeniden keşfedilmesi ve incelenmesi
sayesinde 15. yüzyıldaki İtalyan Rönesans’ı Batı ile Klasik Antikite arasında
bağın tekrar kurulmasını sağlamıştır.
Rönesans döneminde Antik Yunan’ın klasik metinlerinin
tekrar keşfi, öğrenimi, sanat ve bilimdeki uygulamaların yeniden denenmesi ilk
göze çarpan özelliktir.
İkinci olarak göze çarpan özellik ise bu entelektüel aktivitelerin
sonuçlarının Avrupalılık kültürünü genelde güçlendirmesidir.
Dinsel otoritenin zayıflamasına paralel olarak Rönesans’ta
felsefe, kendisinden önceki yüzyıllardan ve Antik Yunan kültüründen aldığı mirasla
bağımsızlaşmaya başlamıştır; bunu da deneyi ve aklı ön plana çıkararak yapmaya
çalışmıştır.
Böylece
Ortaçağ’a hakim olan skolastik düşünce biçimi yok olmaya ve skolastik düşünce sisteminin kapalılığı açılmaya ve parçalı bir görünümle
çoğullaşmaya başlamıştır.
Felsefe
din adamlarının etkisinden çıkıp farklı konumlara sahip yazarlar ve
düşünürlerin ilgi alanında yer almaya başlamıştır.
Rönesans
bir yeniden yapılanma hareketi olmasına karşın hemen hemen işlediği bütün konu
ve sorunlarda Antik çağ felsefesini temel olarak ele almış, onu yeniden
inceleyip, değerlendirmiştir. Skolastik felsefenin tutuculuğunun hakim olduğu yüzyılların ardından Antik çağ
felsefesine ait bir çok metnin yeniden değerlendirilmeye alındığı bu süreç, Antik çağ düşünce sisteminden çok şey öğrenmiş , bu felsefe ile olgunlaşmış vekendinden de
öğeler katarak geliştirdiği düşünce sistemiyle, kendisinden sonraki 17. yüzyıl ve Yeniçağ
felsefesinin temelleri oluşturmuştur. Sahip olunun bu düşünce sisteminin getirmiş olduğu bakış açısı bugün bile geçerli olan modern
insan kavramının yaratıcısı olmuştur.
Rönesans felsefesine damgasını vuran düşünce akımı
hümanizm olmuştur. Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir. Hümanizm
terimi ilk kez XIX. yüzyılda Alman araştırmacılar tarafından kullanılmıştır. Ancak
kökeni çok daha eskilere dayanmaktadır. Humanismus sözcüğü XV. Yüzyılda
İtalyanlar tarafından beşeri bilimleri anlatmak (studias humanitatis) ve ilk
çağ yazını üzerinden uzmanlaşmış öğrenciler için kullanılmıştır.
Hümanizmin
köklerini Yunanistan’da bulduğunu söylemek bir anlamda yanlış olmayacaktır.
Yunan filozof Protagoras “Her şeyin ölçüsü insandır.” demiştir ki bu cümle
hümanizmin temel ilkelerini özetlemekte yeterlidir.[1] Zaten
hümanizmin esin kaynağı Eski Yunan ve Latin edebiyatı ile felsefesidir.
Hümanizm
akımı Rönesans devriyle birlikte Avrupa’da gelişmiş, başlarda din karşıtı bir
akım olarak taraftar toplamıştır. Bunun sebebi hümanizm öğretisinin
Hristiyanlıkla çelişen Eskiçağ’ın din dışı değerleriyle yoğrulmuş Yunan ve
Latin edebiyatı ve felsefesinden besleniyor olmasıdır. İlerleyen dönemlerde Rönesans’ın
hümanist akım mensupları dinlerine oldukça bağlı Hıristiyanlar olarak
kendilerini gösterseler de bahsi geçen Yunan ve Latin edebiyatı ve felsefesi
metinlerine karşı duydukları saygıyı yitirmemişlerdir. Hatta XIV. yüzyıl
sonralarında hümanizm öğretisinin tamamıyla bu metinlerin temel alındığı
gramer, şiir, tarih ve ahlak felsefesi içeren bir öğreti haline geldiği
söylenebilir.
Hümanizmin
temellerini XIV. yüzyıl edebiyatçısı Francesco Petrarca atmıştır. Petrarca,
klasik kültüre ulaşmanın temel aracının dil öğrenimi olduğunu söylemiştir. Kendisi,
Sokrates’in “Kendini bil” sözünü benimsemiş, bunu başarmaya çabalamıştır.
Petrarca’nın eski metinlere olan bu ilgisi bu metinlere genel bir ilgi
uyandırdı. İnsanlar bu metinleri okuyup taşıdıkları ruhu canlandırmaya
çalıştılar ve bu da temel hatlarıyla hümanizm akımını oluşturdu.
Hümanizmin
insani değerlere odaklanması ise Aydınlanma Çağı’nda gerçekleşmektedir. Rönesans
çağının insanı; düşünen, kendine dönük, kendini inceleyen, soran, yargılayan ve
kendi öz yargılarını özgürce ortaya koymaya çalışan insandır. Kendini bütün
dogmalardan ve ön yargılardan arındırma çabasındadır. Aydınlanma sürecine giden
bu yolda aklını kullanır, aklını kendine kılavuz bilir.
Kısacası
geçmişin metafiziğiyle doğa bilimlerini belirleyen insansızlaştırma ve
kişiliksizleştirme sürecine karşı bir tavır Rönesans döneminin felsefe
anlayışının temelini oluşturmuştur.
Rönesans felsefesinde teori ve pratik arasındaki mutlak
antitez yok olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp, bilginin sonu
gelmeyen ilerlemesine bağlı ve göreli olan değerler olarak anlaşılmıştır.
Bilgi
teorisi bakımından ampirist (deneyci) bir bakış açısı sergileyen Rönesans
felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimlerin pasif bir
alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan aktivizm, iradecilik
(voluntarism), kişiselcilik (personalizm) ve bireycilikle (individualism)
birleşmiştir. Bu özerkleşme süreçlerinin bir parçası olarak birey öne çıkmış,
felesefe de insan düşüncesinde sorun olan her şeyin irdelendiği bir disiplin
olarak yeniden ele alınmaya başlanmıştır.
ORTAÇAĞ VE RÖNESANS
Ortaçağ’
da insan yaşam ve kültürünü düzenleyen Hıristiyan dini ve onun yöneticisi olan Katolik
kilisesidir. Kilise her konuda mutlak otoritedir. Onun düşünce ve inançları
kutsaldır ve üzerlerinde tartışılması bile olası değildir.
Ortaçağ
filozof ve düşünürüne düşen görev kilise öğretisini (skolâstik öğreti)
mantıksal bir takım oyunlarla temellendirmek ve savunmaktır.
Buna
karşılık Rönesans’ın ana eğilimi kendini her türlü bağlılıktan sıyırmak,
kendini özgürce incelemektir. Rönesans insanı doğa ve yaşam üzerindeki
gerçekleri arar ve bu gerçeklere yalnızca akıl ve deney yolu ile ulaşmaya
çalışır.
Ortaçağ
Skolâstik felsefesi tamamen kiliseye bağlı ve bütün Hıristiyan âlemini bir
şemsiye gibi saran ve bütün bu âlem içinde etkili olan bir felsefedir. Yalnızca
Latince ile işlenir. Ana teması Hıristiyan inançlarının savunulup,
temellendirilmesidir. Orta Çağ felsefesinde çeşitli ırklar ve uluslar yoktur,
yalnızca Hıristiyan âlemi vardır.
Rönesans
felsefesi ise karşımıza artık kendi ulusunun karakterleri ve özellikleri ile
çıkar, yaptıklarını kendi ulusal dilinde verir. Konuları çeşitlilik kazanmış ve
ön yargılardan, doğmalardan sıyrılmıştır, doğruları kendi öz yargıları ve
gözlemleri ile arar.
Ortaçağ
düşünür ve filozoflarının tamamı din adamı, yani Hıristiyan kilisesinin hizmetkârlarıdır.
Rönesans
düşünür ve filozofları ise yazarlar, araştırmacılar ve üniversite öğrencileridir.
Ortaçağ
insanının belirmiş bir kişiliği yoktur. Ondan beklenen ödev tanrının
buyruklarına itaat etmektir. Bu dünyanın nimetlerine yüz çevirmek, kendini
öteki dünya nimetlerine layık hale getirmektir.
Rönesans
insanı ise kişiliğini arayan, soran, araştıran, benliğinin bütün canlılığını
ortaya koyan kişiliği ve özelliği olan bir bireydir, individüalisttir
(bireyci).
Rönesans
Avrupa kültür tarihinde yaşanmış olan bir çağdır. Avrupa kültürüne özgü ve ona
ait olan bir oluşumdur. Başlangıcı ve ilk filizleri İtalya’da oluşmuş,
sonraları Fransa, Almanya, Hollanda ve İngiltere gibi diğer Avrupa ülkelerine
yayılmıştır. Bizans ırk ve kültürünün temsilcileri olan İskandinav dünyası bu
oluşuma pek katkıda bulunamamış, fakat benimsemiş ve ona uymuştur.
İtalya’da
Rönesans’ın tümüyle hâkim olduğu günlerde İspanyol Rönesans’ın en önemli figürü
Cervantes, Donkişot’u yazmaya başlarken; İngiliz Rönesans’ın en büyük dehası
olan Shakspeare, İngiltere’de tarihsel-toplumsal ilişkilerin farkında olarak,
tümüyle insanı temel alan sanatsal yaratımlarda bulunuyordu.
Kısaca Rönesans;
bireyselliğin, yaşanan dünyaya önem vermenin, demokrasinin, bilimin, din yerine
aklı öne almanın yeniden canlandırılmasıdır.
Ayrıca Orta Çağ'ın;
dindarlığına, metafiziğine, bireyselliği yok etmeyi amaçlayan Hıristiyan
ahlakına ve felsefesine tepki olarak oluşan bir kültürel süreçtir.
Rönesans’ın Sonuçları:
1.
Bilim ve teknik alanında gelişmeler oldu.
2.
Hür düşünce ve yeni sanat anlayışları ortaya çıktı.
3.
Skolâstik düşünce yerini bilimsel düşünceye bıraktı. Gözlem ve deney önem
kazandı. Akılcılık egemen olmaya başladı.
4.
Avrupa’da gelişmenin ve ilerlemenin hız kazanmasına neden oldu.
5.
Avrupa’da bilim ve teknik alandaki gelişmelerin önünü açtı.
Rönesans düşüncesinin Antik Çağ'a, insana ve doğaya
yönelişini, sanat alanında da izleyebilmekteyiz. Bu yönelişler, 15. ve 16.
yüzyılların sanatının belirleyici özelliklerini oluşturmuştur. Ancak, Rönesans
sanatını önceki dönemlerden ayıran, onun tek tek özelliklerini aşan bir yanı
vardır: O, insanı ve insanın bu dünyadaki utkusunu temel almıştır.
Bu
da Ortaçağ sanatından köklü bir kopuştur. "Ortaçağ sanatı,
alçakgönüllülüğün İdeallerinden esinlenmekteydi: acı çekmek, üzüntü, tevekkül,
çarmıha geriliş ve İsa'nın çektiği acılar... İsa, Meryem ve Aziz tiplemeleri,
tasvirlerde kendilerine eşlik eden fakir ve mütevazı halktan kişilerin
görüntüleri…
Ama
Rönesans, anlatılacak başka bir ideal buldu; İnsan Kendi kendine yeterli kendi
mücadelesini veren, güzelliği ve gücüyle parıldayan ve bilinmeyen yüksekliklere
kendi kuvvetinin etkisiyle yükselen insandı. Rönesans’la birlikte düşünce
sisteminde başlayan bu değişim, dinî konulu resimlerin yanında portre, güncel
ve toplumsal konular ile mitolojik hikâyelerin resme girmesini sağlamıştır.
Çeşitlenen konular yanında, ressamlar kendi düşüncelerini
resimlerine yansıtma özgürlüğünü Rönesans ile kazanmışlardır.
Rönesans’la
birlikte resme getirilen en önemli öğelerden biri mekândır. Bu dönemde temsili
figürler yerine gerçek figürler bir mekân içinde üç boyutlu olarak verilmiştir.
Resimde fon olarak gerilere doğru açılan, yükselen mavi bir gökyüzü ortaya
çıkmış, perspektif resme girmiştir. Figürler, artık üst üste gelmemektedir.
Hiyerarşik boy sıralaması yoktur. Bakışlar, resmin yüzeyinden resmin içine
doğru çekilmektedir.
Portre
yapımı da Rönesans’la birlikte ele alınmaya başlanmıştır. Kutsal kişilerin
kalıplaşmış portreleri örnek olmaktan çıkmış, gerçek yaşamdan modeller
kullanılmıştır.
Kompozisyonlarda
figürler mekâna geometrik hesaplamalarla yerleştirilmiştir. Üçgen, yarım daire
ve küp şemalı kompozisyonlarda matematiksel yorumlar yapılmıştır.
Bu
dönemde, tuvalin bulunması ile resim evlere girmiş, günlük yaşamın parçası
olmuştur. Yağlı boyanın bulunması da birçok rengin saydam tabakalar hâlinde üst
üste boyanabilmesini sağlamış, böylece renge parlaklık, ışık ve gölge
katılmıştır.
Resimlerde
sıcak ve parıltılı renkler kullanılmıştır. Çizgiler ise ışık ve gölgenin
yumuşaklığında erimektedir.
Rönesans
ressamları, araştırıcı ve akılcı tutumları ile önemli yapıtlar ortaya koymuşlar
ve Antik dünyayı kendi dünyalarına taşımışlardır. Ayrıca sanatçılar,
kendilerini tanıtmaktan kaçınmamışlar, resim yaptıkları tuvale imzalarını
atmışlardır.
Resimlerde
doğaya uygunluk, ideal güzellik göz önüne alınmıştır. Perspektif (derinlik)
sağlamak amacıyla fonda manzaralara yer verilmiştir. Işık ve renk; resimde
ifadeyi, üçgen kompozisyonu vurgulayacak biçimde kullanılmıştır. Renk tonları
daha yumuşamış, fırça vuruşları bağımsızlaşmıştır.
0 yorum:
Yorum Gönder