ORTA ÇAĞ FELSEFESİ’NE GİRİŞ
Orta Çağ Antik Çağ ile Modern Çağ arasında kalan tarihsel dönemi içeren felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da 2. yüzyılla, 14. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesiti tanımlamak için kullanılır.
Genel olarak baktığımızda Orta çağ Felsefesinin
kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva ettiğini görmekteyiz.
· Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince
ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi,
· Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve
Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi
· Musevi düşünürler tarafından İbranice
ifade edilmiş olan Yahudi felsefesi
· Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde
Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans felsefesi.
Hıristiyan
felsefesi, İslam felsefesi ve gerekse
Musevi ve Bizans felsefeleri göz önüne aldığımızda hepsinin ortak bir felsefi
mirastan Antik Yunan felsefesinden
beslendiklerini söylememiz mümkündür. Bu paylaşılan miras nedeniyle
sözünü ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki
içindedir.
Bütün
bu felsefi gelenekler tek Tanrılı dinlerin hâkim olduğu kültürlerin bir
parçasıdır ve ele aldıkları felsefi problemler hepsinde üç aşağı beş yukarı
aynıdır.
Dönemin Genel Özellikleri
İlk çağ Yunan felsefesi Antik Yunan ya da Atina halkına
ait, modern felsefe ise farklı uluslara mensup ayrı bireylerin ürettiği karakteristik
bir felsefesi bir yapıya sahiptir. Orta çağ felsefesi ise, bireylerin ve
halkların karakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir
ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaatinin felsefesidir.
Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe
olduğu ve klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm (dünyacılık) olduğu
yerde, Orta çağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hâkim olduğu bir
felsefedir.
Orta
çağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin insanın doğaüstü varlık alanıyla,
aşkın ve mutlak olarak yetkin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir.
Bu dönemde davranış ya da insani eylem, amacına göre değil, Tanrı‘nın
emirlerine uygun düşüp düşmemesine göre değerlendirilir. Orta çağ insanı yaratıcısından ayrı düşmüş bir
varlık olarak kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda kalmıştır.
İlkçağ
felsefesi, dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip, kendisini öne sürmesi
suretiyle oluşan ve gelişen özerk bir felsefe olduğu yerde, Orta çağ felsefesi
özerkliğini yitirip, tümüyle dine, dini dogmaya tabi olan bir felsefi yapı
barındırmaktadır.
Orta
çağ felsefesinin temelinde Platon, Plotinos’un ve Aristoteles’in felsefesi
mirasları yatmaktadır. Orta çağ Antik Yunan’dan aldığı bu felsefi mirası Hıristiyan
doktirinleri ile harmanlayıp yeni bir düşünce sistemi oluşturmuştur.
Orta
çağ felsefesi, teolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafından bir amaca göre
yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Orta çağ düşüncesine Platon felsefesinden
intikal eden, en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik[1]
olarak en gerçek, aksiyolojik[2]
olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür.
Antik
Yunan felsefesi dinamik bir yapıya sahipken, Orta çağ felsefesi mutlak
hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir.
Orta
çağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Temel konularını;
·
Tanrı ve Tanrı’nın var oluşu problemi,
·
İman ya da otorite ve akıl ilişkisi,
·
Tanrı-evren ilişkisi,
·
Kötülük problemi oluşturmaktadır.
Orta
çağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak durumundadır. Bilimde
ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dâhil olmak
üzere hemen hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.
Orta
çağ felsefesinde belli bir gelenek, ve vahye dayanan bir din çerçevesinde
oluşan otoriteye duyulan saygı esastır. Orta çağ düşünürleri, ontolojik realizm
bağlamında gerçekliğin zihinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerdir. Orta çağda gelişen metafizik, ayrı, değişmez
ve ezeli-ebedi bir varlığa ilişkin araştırmadır. Orta çağda değere dayalı bir
varlık hiyerarşisi söz konusudur. Orta çağ filozofları, imanı sistemleştirme ve
temellendirme çabasındadırlar.
0 yorum:
Yorum Gönder